Bu yazı 10.09.2020 tarihinde t24.com ‘da yayınlanmıştır.

Psikoterapide danışan çalışmanın öznesidir. Beklenmedik bir şekilde çalışma öznesini yitiren bir terapistin yas yolculuğunun başlangıç aşamasından bir kesit paylaşıyorum:

Insanity

İki öznenin (psikoterapi çalışması şartlarını belirleyen antlaşma olan) “terapötik çerçeve” içinde buluşup etkileşmesiyle psikoterapi denen sağaltım çalışması gerçekleşiyor. Winnicott (1956) psikoterapi çerçevesini, “terapi düzeni”ni, “ayrıntıların yönetilmesinin toplamı” olarak tanımlıyor.

Zihninin haritasının çizilmemiş alanlarını keşfetmek isteyen birey analitik yolculuğa çıkmaya gönüllü olur. Bu yolculuğu göze alan, yaşamın macerasından daha fazla verim almayı hedefliyordur. Hayatın kaçınılmaz olarak getirdiği hayal kırıklıklarını, yenilgileri ve kayıpları daha esnek ve sağlam karşılayabilme yetisini kazanma düşüncesiyle analitik çalışmaya gönül koyar.

Çalışmanın “çerçevesini” saat, gün, ücret ve çalışmanın gerçekleşeceği oda gibi unsurlar belirler. Çalışmanın öznesi olan danışan, sabit kalan çerçevenin içinde serbest çağrışımı sayesinde “bilinçdışı tiyatrosunu” (McDougall, 1982) kurabilir. Kurguladığı oyunun içinde terapistine rol vererek ilişkiye dinamizm ve yön verir. Terapi sahnesinde biçilen ve giyilen rollerin anlaşılması ve dönüşüm süreci terapi çalışmasının belkemiğini oluşturur.

Sağaltım çalışması sırasında terapist danışanla birlikte iç âlemine yolculuk eder. Kimi durumda en yakın olduğu insanlarla paylaşamadığı sırlarını, en kırılgan ve uç duygularını terapistine emanet eder. Terapisti kimi zaman belleği ve tanığı, kimi zaman rehberi olur. Bu tuhaf yakınlık, çerçevenin talep ettiği mesafe sayesinde temiz kalır ve güven tesis eder.

Öznelerden biri sahneden çekilince oyun sonlanır. Analitik çalışmanın sonlanma süreci tesadüfi değildir. Planlı sonlanma sağaltıcıdır. Her bireyin kendisine özgü “ayrılık” öyküsü vardır. Erken çocukluk dönemi kadar, daha bilinçli olduğu döneme ait ayrılıkların tümünün etkisinin toplamıdır. Planlı ve zamanlı sonlanma kayba dair bütün bu duyguların tekrar harekete geçmesini sağlar ve derinlemesine çalışma ve anlama imkânını verir.

Sonlanma döneminde tutulmamış yas, ayrılığa dair çağrışımlar, rüyalar ve beraberinde getirdiği duygu, duyum bütünü seansa bangır bangır gelir ve irdelenir. Sonlanma analitik psikoterapinin meşakkatli ve önemli bir aşamasıdır.

Pray, 2019. Mehmet Sinan Kuran.
Pray, 2019. Mehmet Sinan Kuran.

Freud (1917) metninde patolojik yası normal yastan ayırmıştır. Normal yas sürecinde, yitirilen kişinin hakkında düşünerek ve konuşarak fizikî varlığı yerine zihinde bir varlık oluşturma çabası söz konusudur. Kişiyle paylaşılan tüm deneyimlerin hesaplaşması ve samimi helalleşmesi olarak görülebilir. Elbette iki özne bunu karşılıklı yapma imkânına sahip olunca daha derin ve duygusal olarak yoğun bir etkiye sahip. Terapinin sonlanmasında terapist yansızlığını korumak için sonlanan süreçle ilgili duygularını danışanı kadar açıkça dile getirmez. Ama ruhsal çalışmanın sonlanmasıyla o da kendine özgü bir yas sürecine girer.

Aniden koparılırcasına yaşanan sonlanma bireyin içini kıyar. Sadece danışan değil, terapist de bu sürecin katılımcısıdır ve kayıptan nasibini alır. Terapi süreci, terapiyi yarıda bırakma nedeniyle kesilince zihinde kalır ve kırıcıdır ama yarım kalmış işlem ele alınıp tamamlanma ihtimalini korur.

Danışanın ölümü ise farklı şekilde ikiliyi ayıran sert ve kesin gerçektir. Ölümle birlikte çerçeve kalkıyor, yok oluyor ve ardında başı sonu artık belli olmayan bir yokluk bırakıyor. Bireye ayrılmış o günler, o saatler artık boş. Odadaki koltuk veya divan boş kalmıştır. Açılan boşlukta, arkada bırakılan bireyin iç âlem kurguları yerini alır. Açık kalmaya mecbur bırakılan hesapların yükü hissedilir. Birey, ölen kişiye hakkını helal etmeyi zihninde tek başına gerçekleştirmek zorunda kalır.

Aniden sonlanınca oyun durur ama perdenin inmesi ancak yas tutulmasıyla mümkün olur. Bir dönem var olan öznenin ani yok oluşu, her canlının bir gün cansız olacağının teminatçısıdır. Çözümsüz kalan çatışmalar, duygular, anılar boşlukta yerini arar.

“Ani ölüm haberini alınca inanamadım! Nasıl olur, daha geçen gün çalışmıştık! Seansın detaylarını hatırlamaya çalıştım. Ölüm nedenini bilmiyordum ve içimi kemirdi. Bir şey mi atladım endişesi bastı yüreğime. Nefessiz bıraktı. Ani ölümünün intihar kaynaklı olmadığını öğrenince nefesim geri geldi ama içimdeki kurt kemirmeye devam etti. Seans günü, seans saati artık o olmayacak. Ailesi değilim, arkadaşı değilim ama çok başka bir şeyim, başka bir şeydim onun için. Beni hem severdi hem de belki bazen nefret ederdi. Aramızda iniş ve çıkışlar çok yaşandı ama galiba hep güven duydu bana. En azından öyle söylemişti.”

Kaybın ilk aşamasında uyuşma, şok ve ölümün yadsınmasına rastlanır. Ardından ölümün algılanmasına yönelik, bireyin ego işlevinde bozulma, ölene dair imgeler ve eşlik eden iç ilişkiler ağının hareketlenmesiyle acılı hisler ve ağlama takip eder. İlk aşamanın öfkeyi içerdiğini akılda tutmak gerekiyor. Öfkenin varlığı gerekli çünkü bireyin şok ve panik tepkisinin üzerinde hâkimiyet kurmasına olanak veriyor. Bireyin terk edildiği gerçeğini anlayabilmesi için ölümün gerçekliğinden emin olması gerekiyor. Ancak bu aşamanın sonunda ego “zaman ve uzamda” gerçekleşen kaybın yükünü anlayıp dağılan ruhsal parçalarını birleştirebilir (Pollock, 1961; Schuster, 1969, Volkan, 1981).

“Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye sorulur cenazede. “Merhumu kimsenin bilmediği gibi bilirim” demek kendini dev aynasında görmek mi oluyor? Bir insanın iç âlemine tanıklık etmek dış hayatını bilmek anlamını taşımıyor. Hatta eşini, çocuğunu, annesini, babasını somutta asla tanımamayı gerektiriyor. Terapistin iç ilişkiler ağında kaybolmamak için danışanın dış dünyasıyla mesafeyi sürdürmesi gerekli. Geçmiş ve şimdiki iç âlemindeki yankıların etkisini duyabilmek ve zihninin sahnesinde oynanan oyunda sabırla yerini kabullenip kendini kaptırmadan tekrar tekrar anlam çıkarmak fiziksel mesafeyle mümkün.

“Gözümün önünde imgesi beliriyor; karanlıkta kocaman, koyu gözlerle gözümün içine ürkekçe bakıyor. Ofisimin olduğu binanın önünde hayal ediyorum. Beni aradığını düşünüp orada değilim diyorum kendime. Salonumda beliriyor gene. Sanki kaybolmuş annesini arayan bir çocuk gibi görüyorum.”

Bowlby ve Parkes (1970) yas sürecinin başında uyuşma ve eşlik eden öfke nöbetlerinin yitirilen nesneye duyulan özlemi ve arayışı temsil ettiğini ileri sürer.

Danışanın iç yolculuğunu gözden geçirince, danışanın iç annesinden ayrışmasını gerçekleştirebilmesi için terapistiyle yoğun bir kaynaşık dönem yaşamalıdır. Bu dönem tıpkı yetişkinliğe geçiş dönemini sancılı yaşayan ergenlerde olduğu gibi bunaltıcı evreler de barındırabiliyor. Kendinden gizlediği dayatmacı yönünü önceleri eşi ve ebeveynleriyle olan ilişkisi üzerinden deneyimlerken, seansın alanına sancılı şekilde de olsa taşımaya başlar ve terapistle sahneye konan kaynaşık döneme dair içgörü kazanır. İç içe yaşanan dönemin çözülmeye başlamasıyla danışan terapistin onayı yerine kendini referans olarak görebilmeye başlar ve bu sayede öznel olarak hayatını planlamayı, kurgulamayı deneyimler. Bu aşamada danışan kabuğunu kırıp gerçekçi hayaller kurmaya başlamıştır.

Terapi odasında çerçeve değişmez olarak yerini korurken ruhsal sağaltım sabır, sebat ve içgörü sayesinde gerçekleşiyor. Ama süreç aniden, hele danışanın ölümüyle kesilirse, terapist başta bu trajedi karşısındaki edilgenliğini ve çaresizliğini görmek yerine terapiyi sürdürme çabasına giriyor. Nitekim bana öyle oldu.

İç âlemimden seslenen anne ve anneanne sesine kulak verdim. Eski kadim ritüelleri hatırladım. Helva yaptım, Kuran okudum, Tibet’in Ölüler Kitabı’ndan öteki âleme geçiş duasını tekrarladım. Ne zaman ki tüm bunları kendi yas sürecim için gerçekleştirdiğimin farkına vardım, hâlâ onun ruhuna bir faydamın olabileceğine inanmak istediğimi anladım.

“Anılarımızı, daha doğrusu onun anılarını belleğimin sahnesinden geçiriyorum. Sahi, onlar onun anılarıydı ama artık benim de zihnime nakşolmuş. Bana emanet ettiği sahneleri ve imgeleri gözümün önünden geçirdim. Ani ölümü çalışmamızın yarım kalmasına neden oldu. Hem onun hem yarım kalmış ve kalacak çalışmamızın yası üzerime yığıldı.”

Winnicott’a göre analitik çalışma sırasında terapist danışana dair duyulan olumsuz duyguları taşımayı ve çözümsüz bırakmayı kabul ediyor ve danışanın ani ölümüyle veya gitmesiyle o duygularla çözümsüz halde baş başa kalıyor.

“Varlığı yanımdan ayrılmadı, hep hissettim. Gece aniden uykumdan uyanınca oradaydı. Aklımdan çıkmasına izin verdiğim anda bir zorluk içinde buluyordum kendimi. Sokakta yürürken aklımdan çıktığı bir anda ayağım boşluğa takıldı ve kaldırımda oturur halde buldum kendimi. Ayağımın takıldığı yerde imgesi belirdi. Araba sürerken aklımdan çıktığı başka bir anda önüme köpek çıktı ve şans eseri çarpmadan geçebildim. Arabanın önündeki köpek sanki hayalet gibi onun imgesine dönüşmüştü. Sanki yarım bırakılmış sürecimizin suçunu, öfkesini ve sakar kazaların üzerinden faturasını kendime ve onun imgesine çıkarıyordum.”

Klinik notlarını inceliyorum, fatura kesmeyi gerektirecek ihmal veya ihlal olmamış. Danışan senelerce devam eden psikoterapi çalışmasıyla dürtü fazlalığını dizginlemeye başlamış ve ani çıkışlar ve eşlik eden depresif veya kaygı-yoğun halleri azalmıştı. Bunun beraberinde canlılık olarak tanımladığı “spontan” oluşunu yitirdiğini paylaşmış. Sıkışmışlık duyduğunu ve kapana kısılmış hissettiğini anlatmıştı. İnsanların anlayışlı ve toleranslı olmasını talep eden, hatta dayatan tarafının üzerindeki perdenin kalkmasıyla talepkâr olduğunu keşfetmenin kendisini çok rahatsız ettiğini söylemişti. Eskiden bu hallerini tutkulu ve coşkulu olarak tanımladığını ve insanlar onu yalnız bırakınca nedenini anlayamadığı için kendisini mağdur gördüğünü ve mağdur olmayı erdem sayıp vicdanını rahatlattığını keşfetti.

Bu dönemde kendilik imgesinin değişimi psişik alanda gerilimin azalmasına yol açmış, yerine boşluk ve üzüntü bırakmış. Çalışmanın meyvelerini ağız tadıyla çıkarmak için olağan hüzne yer açma zamanı gelmişti. İçindeki ütopya özlemiyle küser gibi olup, içine çekilip keyif alamadığını, çünkü yalnız hissettiğini anlattı. Sığınak gördüğü alanların artık samimi gelmeyip tat vermediğini, eski soluklanma alanlarının “havasız kaldığını” söylemişti.

“Ütopya diye tanımlanan, yitirilen yanılsamanın acısını duydum. Özlemi duyulan şefkat ve kabullenmenin hiçbir zaman gerçekleşemeyeceğini düşünüp bunaltan inişli çıkışlı hallerine anlam verebildim. İnsanlığını anımsadım ve insanlara iyilik etme arzusunu hatırlayıp merhumu “dünyaya olumlu iz bırakmak isteyen birisi olarak bilirim” diye düşündüm. Birlikte çalıştığımız dönem boyunca elimden geleni yaptığımı ve içimden helalleştiğimi imgelerken gözümden yaşlar aktı.

Hüzün eninde sonunda arındırarak kırılgan gerçeğimiz ile yüzleştirir. İnsan olmanın ve insanlık ağının bir parçası olduğumuzu hatırlatır. Coşkulu anların önemine ve sıradan olan yaşam akışına perspektif kazandırır.

Seneler içinde üzüntü ve kayıpla olan ilişkim derinleşti ve dayanma gücü kazandım. Hatta hüzün coşkuyla birlikte hep yanımda yarenlik eder oldu.”

Zaman içinde devam eden yas süreci terapisti kendi içine bakmaya davet eder. O kişinin yaşamının ve ölümünün benim için nasıl bir anlam taşıdığına netlik kazandırmak zorundayım. Netlik oluştukça kişisel ve profesyonel olarak gelişimime katkılarını düşüneceğim. Hüzün yaşamla olan bağı pekiştirmeye yarayan bir anahtar. Belki oyunu zihnimde bu şekilde sürdürüp yasını tuttuktan sonra oyunun perdesi nihai olarak inebilecek.

REFERANSLAR

  • Bowlby, J.; Parkes, C. M. (1970), Separation and loss within the family. In: The Child in His Family, vol. 1, ed. E. J. Anthony & C. Koupirnik, New York: Wiley Interscience, pp. 197-216.
  • Freud, S. (1917), Mourning and melancholia, Standard Edition, 14:237-258.
  • McDougall, Joyce (1982), Theaters of the mind: illusion and truth on the psychoanalytic stage, New York: Basic Books, 1985.
  • Pollock, G. H. (1961), Mourning and Adaptation, Int. J. Psycho-Anal. 42:341-361.
  • Schuster, D. B. (1969), A note on grief, Bulletin of the Philadelphia Association for Psychoanalysis, 19:87-90.
  • Winnicott, D. W. (1949), Hate in the Counter-Transference, International Journal of Psycho-Analysis, 30:69-74
  • Winnicott, D.W. (1956), On Transference, International Journal of Psycho-Analysis, 37:386-388.
  • Volkan, V.D. (1984), Complicated Mourning, The Annual of Psychoanalysis, 12:323-348.

GÖRSELLER

  • Giriş resmi: Insanity, 2019. Mehmet Sinan Kuran.
  • Yazı içindeki resim : Pray, 2019. Mehmet Sinan Kuran.
  • Resimler sanatçının ve ANNA LAUDEL Contemporary’nin izniyle kullanılmıştır.

Write a comment